Yazmayı seviyorum. Yazılarımla başbaşa kalmayı, hayatımdan bir şeyler katarak hikayeler yaratmayı, bazen çok hayata dönük; eğlenceli olmayı, bazen de tamamen içe kapanık; karamsar olmayı seviyorum.. Buraya yazdığım yazıların çoğu tabiki de her yazarın başına geldiği gibi, bir noktasında hayatımla çakışmakta, ancak çoğunluğu gözlemlere ve yaşanılabilir durumlara pay biçilerek hayal gücümle yazılmakta. Büyük bir aşkı anlatırken; büyük bir aşk yaşayamam, büyük bir yenilgiyi anlatırken de; büyük bir kayıp yaşayamam. Yazılarımla aramdaki bağ, sırlarım ancak birgün iyi bir yazar olursam-idolüm Marquez gibi-hayatım bütün okurlarım tarafından merak edildiği an; otobiyogrofimi yazdığım zaman öğrenilecektir.. Şimdilik bu kadar; yazılarımın keyfini çıkarın, yorumlarınızı yazmaktan kaçınmayın. İyi zaman geçirmenizi, hayatımı paylaşırken keyifli anlar yaşamanızı dilerim..

"editöR Notu"


Cumartesi, Mayıs 13, 2006

..SoKaK tuRşuSu..


Annee! Annee! Anneeee! Fatoş teyzeee!” Ne çok seslenirdim anneme sokaktan. Bakmayınca da başlardım kendi anneme teyze diye bağırmaya, belki başkası sesleniyor zanneder de bakar diye. Tükenmeyen seslenmelerim sonucunda; annem, “yine ne var?” diyerek çıkardı cama.

Eskiden her apartmanda asansör olmadığı için, oturduğumuz evlere çıkıp, para almaya üşenirdik. Birinin aklına bir şey düşer, canımız çeker, e bi de yaşımız küçük, tayt giyiyoruz, onun da cebi yok, yukarı çıkmak vakit kaybı diye düşünür, sokaktaki tüm çocuklar, her birimiz aynı melodiyle seslenirdik evlerimize. Annelerimizde her seferinde mandalları geri getirmemizi tembihleyerek ve son kez bağırmamızı rica ederek, mandalların uçlarına sıkıştırdıkları paraları camdan atıp, işkencemizden kurtulmak isterlerdi.

Bahçe demirine tutuştururduk mandalları, bu sefer avucumuzda paramız, giderdik iki yüz metrelik sokağımızın tek bakkalı Nuri abiye. Kendisi, akıl hastalarını, bize göre, mahallemizin delilerini beslemekle meşhurdur. Ne zaman deli Cemil sokağa girer, bizim sokaktaki tüm bayanlar sepetlerinde yarım ekmeğin içine köfte, peynir artık evde ne varsa sallandırırlar aşağıya. Nuri abi de çay ısmarlar, bazen sandiviç yapar arada bir de sohbet edince değmeyin deli Cemil’in keyfine.

Nuri abi yeni cipsler nerde? 8 kat kames top geldi mi? Biz gazoz istiyoruz ne kadar? Meybuz niye getir miyorsun artık? Diye sorarken, o hem herbirimizi sıkılmadan yanıtlar, hem de yeni gelen ürünlerinin reklamını yapardı. Bir ara öyle bir dönemimiz oldu ki alacak yeni bir şey bulamadık ve o kadar çok saçmalamaya başladık ki, her birimizin elinde turşu torbaları ve pipetler; önce torbayı delip, suyunu içiyoruz, ardından torbayı yırtıp, turşuyu yiyoruz. Sanki evdeki tüm turşular bitti ve bizler bakkal turşusunu öyle hevesle yiyoruz ki, daha önce hiç turşu yememiş gibi.

Turşu modamızdan en zararlı çıkan birinci katta oturan Ömür teyze olmuştu. Eve çıkmaya üşendiğimiz için zaten hep onun evinden su içiyorduk, bir de sıcaklarda turşu suyu içme, ardından da turşusunu yeme sevdamız çıkınca, kadıncağız artık bize balkondan su uzatırken yetişemez olmuştu.

Komşu olmak daha farklıydı o günlerde. Kimse kimsenin çocuğunu kırmadığı gibi, evde kendi çocuğu için ne yapıyorsa sokaktaki arkadaşlarına da ikram ederdi. Bütün komşu teyzeler bir nevi ikinci annemizdi. Herkes birbirine saygı duyar, sahip çıkardı. Mesela annem çalışıyor diye okul zamanı komşumuz Münevver teyze yıkardı ablamla ikimizi.

O zamanlar apartmanlar iç içe inşaa edilirdi. Şimdiki gibi belli bir çevre düzeni, çocuk bahçesi için ayrılan bölümleri yoktu. Apartmanlarımız öyle yakındı ki, iki bina arasına çamaşır ipi bile gererdik. Bahçeden bahçeye atlardık. Oynayacak yerimiz olmadığı içinde sokağın girişlerini taşlarla kapatır, geçişe izin vermezdik. Bize ayrılan geniş bir alanımız yoktu ama mutluyduk oyunlarımızı oynarken. Kızlar- erkekler futbol maçı yapardık. Erkekler 8 kişi, kızlar 15 kişi. Erkekler takımında Şifo Mehmet takma adıyla Mehmet, kaleci Rüştü adıyla Bahadır ve futboldan anlamamasına rağmen taytlı kız grubunun gözdesi, yakışıklı ama gıcık olmasından dolayı sümüklü Emre. Futbol biterse başlardık diğer oyunlarımıza; yakantop, saklambaç, dokuz taş... Eğlenceliydi tüm oyunlarımız ancak hiçbiri zilleri basıp, kaçtığımız anlardaki kadar heyecan verici değildi o günlerde.

Kız kıza kaldığımızda değişirdi oyunlarımız. Ya bebeklerimizi indirir, bakkalın önündeki boşlukta, annelerden birinin akıl ettiği kilime oturur oynardık ya da tüm gün zıplardık. Saatlerce usanmadan zıplanır mı? Biz zıplıyorduk. Ayakkabılarımızın altı eriyor diye az zılgıt yemedik annelerimizden. Önce çıkan çağırırdı herkesi. Bir yaş büyük olmasına rağmen İnci abla; hep ablaydı, bakkalın üstündeki evde oturan Zeynep; hep Zeyno’ydu, onların apartman görevlisinin kızı Yüksel; “kapıcının kızı” değil, en candan arkadaşımızdı, çamaşır ipimizi paylaştığımız Yaprak’ta, hep süslüydü. Hep beraber saatlerce oynar dururduk. Altı metrelik lastik ayak bileklerimizden, boynumuza doğru sırayla yükselir, inerdi. Tüm sokakta tebeşirle çizilmiş sek sek izlerimiz yer ederdi. Nedense oyunumuzun en eğlenceli yerinde, erkekler hep bizi kızdırmaya gelirlerdi. Bileğimize takılı lastikleri çekip, bırakmalar, laf atmalar, sek sek taşımızı alıp, kaçmalar... Ne kadar çok kavga eder, ne kadar da çabuk barışırdık. Kızların erkeklerle birleşip, ortak hareket ettikleri günler de oluyordu tabiki. Bizden dört beş yaş büyük abilerimize, ablalarımıza karşı, küçükler olarak birleşip birinci sokak savaşımızı, son nefesimize kadar mücadele ederek nasılda kazanmıştık. Bir yaz, sokağımızın gençleri, apartmanlardan birinin kömürlüğünü düzenleyerek kulübe yapmak istediler. Biz küçüklere de onların ayak işlerini yapmak düşmüştü. Karşılığında kulübe de oturma hakkı kazanacaktık. Bizde üst sokaktaki inşaattan tahta, evlerden eski perde taşıyarak yardımlarımızı esirgememiştik. Bütün işler bittiğinde içeri alınmadık. Çıkan kavgalar sonucu onlar da sefalarını sürmeye zaman bulamadılar. Öyle çok ağladık ve bağırdık ki, çıkan gürültüler sonucu kulübenin yıkımı sokak sakinlerince kararlaştırıldı. Birinci sokak savaşını çocuklar kazanmıştı.

Tüm yaşanılanlarıyla, karmaşasıyla belli bir düzeni vardı sokağımızın. Dedikodusuyla, kavgasıyla, şen kahkahalarıyla bize aitti. Belediyenin kazı yapmadığı, çocukların bağrışmadığı tek bir gün bile olmazdı. Durumu iyi olan aileler, kötü durumda olanları hor görmezdi, çocuklarına da hor görmemeyi öğretirlerdi. Yaşar giderdik iki yüz metrelik özgürlüğümüzü doyasıya. Din, dil, ırk ayrımı yapılmadan, delimizle, akıllımızla, varsılımızla, yoksulumuzla...

Geriye dönüp çocukluğumu anımsadığımda, her seferinde yüzümde büyük bir tebessüm oluşuyor. Bu yüzden “sokak” denilince gözümün önünde; sokakta aç yatan insanlar, fahişeler, hırsızlar, kapkaççılar yerine, dayanışma içinde, birbirini seven mutlu çocuklar canlanır. Ayrıntılara fazla takılmadan, sadece mutluluk. Yeniden çocukluğuma dönüp, oyun parklarında oynayarak büyüme şansı verilse, hiç düşünmeden geri çevirir, yine o sokağın çocuğu olarak büyümek istediğimi söylerdim.